“The New York Ripper”, Lucio Fulci’nin “The Beyond”, “City of the Living Dead” ve “Zombi 2” gibi ‘yaşayan ölü’ filmlerinden farklı tarzda bir yapım. Fulci bu sefer bir ‘seri katil’ daha doğrusu bir ‘karın deşen jack’ filmi yapmış. Olayların New York’ta geçmesi ve filmin de polisiye bir hava da olması, 70’lerin Amerikan polisiye filmlerine benzer bir tat oluşturuyor. Fulci, şiddet kadar erotizme de yer vermiş bu filminde. Filmin ana ekseninde kadınların olması bunu kaçınılmaz kılıyor kuşkusuz. Katilimiz icraatına daha filmin en başlarında başlıyor. New York’un karşı yakasına geçmekte olan bisikletli, kısa şortlu ve seksi hatunu arabasında sıkıştırıp, ördek sesleri eşliğinde karnını deşiyor. Evet, gerçek anlamda deşiyor ve yönetmen de bunu bize açıkça gösteriyor. Derinin yırtılma anından, kadının feryatlarına kadar her türlü ince ayrıntıyı gözümüze sokuyor.
Fulci, katil kim olgusu üzerine de daha en baştan seyirciyle oynuyor. Filmin sonuna kadar da bu oyunu sürdürüyor. İlk kurbanın hemen ardından karanlık New York caddelerinde tuhaf ve at hırsızı kılıklı bir adam görüyoruz. Seyirci olarak bu adamın katil olduğuna dair kanaat getirmenin ardından, girdiği porno tiyatrosunda olanlardan sonra katil olduğuna dair öngörümüzü tasdik ediyoruz. Ancak filmin daha sonra özellikle Fay’in (Almanta Suska) metroda geçen rüya ve gerçeğin iç içe geçtiği sahnesinden sonra bu onayımızdan giderek şüphelenmeye başlıyoruz. En sonunda bu şüphemizde haklı olduğumuzu anlıyoruz.
Az önce bahsettiğim porno tiyatrosunun hayali bir şey olmadığını, gerçekte de böyle sıradışı bir etkinliğin dünyanın çeşitli yerlerinde (Amsterdam vs.) halen var olduğunu belirtmek isterim. Üstelik kaçak falan da değil gayet legaldir. Neyse filme dönersek, katilin porno tiyatrosunda saçtığı dehşette en az ilki kadar acımasız. Yine aynı şekilde ördek sesi çıkartıp, aniden karanlıktan çıkarak elindeki kırık şarap şişesini, tiyatroda oyunculuğunu çok güzel ifşa eden kadının en değerli yerine saplar. Bu sırada korkunç ördek seslerini çıkartmaya devam eder ve alışılmışın dışına çıkarak, şişeyi sokup çıkartmaz. Şişeyi soktuktan sonra olduğu yerde çevirir. Kadının çığlıkları ve bu an yine çok açık bir şekilde sunulurken, Fulci adeta şiddet şovu yapar. Her cinayet arasında gördüğümüz dedektif ise olayları çaresizce çözmeye çalışan kanuni bir figür olmaktan öteye gidemiyor film boyunca. Nitekim katil, sevgilisini jiletle doğrarken bile, çaresizce telefondan feryatlarını dinlemekten başka bir şey yapamıyor.
Filmin bir anlamda Ms 45’in tersi olduğunu düşünebiliriz. Hatırlanacağı üzere Ms 45’te katil olan kişi bir kadındı, kurbanları ise erkekti. Burada ise kurbanlar kadın, katil erkek. Ancak bu iki film arasında bu ayrıntılardan daha önemli farklılıklar var. Ms 45’te Thana, erkekleri anti cinsel bir yaklaşımla, öfke ile ortadan kaldırıyordu. İçinde yoğun bir intikam ve kin vardı. Burada ise katil, kadınları öfke ile değil, cinsel bir yaklaşımla, zevk alarak öldürüyor. Yani yaptığı şey cinsellik ve şiddeti harmanlayıp kanla tahrik olmak. Yani Thana’nın aksine buradaki katilin kadınlara karşı bir öfkesi yok. Aksine onlara karşı büyük bir şehvet ve zevk duyuyor. Ancak onları vahşice öldürerek bu zevki yaşayabiliyor. Kurbanlarının genelde çekici, güzel ve gençlerden oluşu bu kanıyı doğruluyor. Ms 45’in fanatik boyutlardaki feminizmi karşısında bu film, onun karşı tarafında gibi görülebilir. Ancak iki film arasında her ne kadar mantalite farklılığı olsa da, temelde amaca gidiş yolları arasındaki benzerlikten dolayı, ikisinin de aynı amaca hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Sonuç olarak iki film de, istismar sinemasının önemli yapımları arasındadır.
Fulci’nin daha önce çektiği kimi zombi filmlerinden farklı olarak, sağlam bir giallo olan Amerikan ruhlu İtalyan filmi “The New York Ripper”, gerek taşıdığı trash ruhu, gerekse de fulci’nin stilize üslubuyla önemsenmeyi oldukça hak eden bir film. Özellikle cinayetlerden ayrı olarak Fay’in (Almanta Suska) metroda geçen sahnesi de çok iyi çekilmiş. Tabi ki her bünyenin kaldıramayacağı şiddet ve erotizmi yok saymamak gerek. O nedenle “uncut” versiyonu seyredeceklere midelerinin biraz sağlam olmasını tavsiye ederim. Hassas olanlar ya seyretmesinler ya da 80 dakikalık kırpılmış halini seyretsinler. Prime time’da yayınlanan soft polisiye filmlerinden çok da farkı yok. Filmde tam olarak öne çıkan belli bir karakter olmadığı için özel olarak değinilecek bir oyunculuk da yok. Fay rolünde ‘Almanta Suska’ ile 40 yaşını aşmış abaza kadın tiplemesinde ‘Alexandra Delli Colli’ biraz ön plana çıkıyorlar. Dedektif rolünde ‘Jack Hedley’ ise biraz silik kalmış bence. Son olarak katilin ilk icraatı ile yazıyı noktalıyorum. +18 uyarımızı da yapmış olalım.
yazan:faust116
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder