9 Temmuz 2012 Pazartesi

Point Blank


1959 yılında Orson Welles'in yönettiği Touch of Evil ile film noir türünün misyonunu tamamladığı birçok kişi tarafından kabul edilen bir gerçektir. Renkli sinemanın giderek daha olağan bir hale gelmesi bu türün de teorik anlamda sonunu getirmiştir. Ancak klasik olan her şeyin modern bir karşılığının olabileceğini de her zaman göz önünde bulundurmalıyız. Bunun neticesinde de sinemada renkli kara film olarak adlandırılan neo noir türünün doğuşu, tam da bu anlayışa hizmet etmektedir. Misyonun tamamlamış bir akımın modern karşılığı.

1967 yılında İngiltere'li yönetmen John Boorman'ın çektiği Point Blank, neo noir akımının sinemadaki ilk örneği olarak kabul edilir. Donald E. Westlake'nin The Hunter adlı romanında uyarlanan bu filmde Lee Marvin, karısı ve en yakın arkadaşı tarafından kazıklanıp parası çalınan ve ölüme terk edilen, ama geri dönüp intikamını ve parasını almaya çalışan, sert, çok sert bir adam olan Walker rolünde adeta efsaneleşiyor. Walker adeta bir bilgisayar oyunu mantığı ile ilerleyerek piramidin en tepesine kadar ulaşıyor.


Walker karakteri, eski dünya düzeninde kalmış bir adam. Sert, kararlı ve az konuşan bir tip. Tepede zengin bir adam olduğunu düşünüyor. Oysa modern dünyada her şey otomatik işliyor, bir anlamda kendi kendini yöneten bir organizasyon var. Para sürekli dolaşıyor ama hiçbir yöneticinin nakit parası yok, herkesin kredi kartları var. Yani bir bakıma Kubrick-vari biçimde, insanın geri plana atıldığı mekanikleşen modern hayatta 93 bin dolarının peşinde olan bir karakter. Oldukça kararlı ama bir o kadar da olan bitene çok anlam veremeyen bir hali var. Yani belli açılardan şaşkın bir hali de var Walker'ın. Bu açıdan filmde ilk bakışta dikkat edilmeyen ilginç bir takım noktalar mevcut. Bir kere filmde koca bir şaka var: Walker aslında kimseyi öldürmüyor film boyunca. Bir sürü kişi ölüyor, ama Walker'ın yaptığı sadece yatağa, telefona falan ateş etmek. Bir tek kendisini kazıklayan arkadaşının ölümü onun elinden oluyor, ama o da kaza eseri vuku buluyor. Bu açıdan Walker silahı bir tehdit unsuru olarak sık sık kullansa da nihai çözümü yumruklarıyla veya şansıyla sağlıyor.


Bir de film hakkında yazılan yazılardan, filmin tamamının Walker'ın gördüğü bir halüsinasyondan ibaret olduğu fikri oldukça baskın bir görüş durumunda. Buna göre, Walker ilk sahnede hapiste vurulduğunda, ölmeden hemen önce kafasında bu intikam fantezisini kuruyor. Zaten filmin düşsel bir yapısı var. Resnais-vari zaman atlamaları da bu görüşü gayet mantıklı kılıyor. Sondaki muğlak sahne de başka bir anlama açık oluyor. Walker çantayı almaya gitmek yerine karanlığa çekilmesi belki de ölüm vaktinin geldiğini ima ediyor. Diğer gerçekçi görüşe göreyse, ya çantada para olmadığını düşünüp gidiyor, ya da saklanıp adamların çantayı bırakıp gitmesini bekliyor. Sonuçta Walker kazık yemiş bir karakter ve en son sahneden de hala kimseye güvenmediği anlamını çıkartabiliriz.


Filmi iyi bir tür filmi olmanın ötesine taşıyan tarafı John Boorman'ın yönetmenliği. Boorman, İngiltere’den Amerika’ya gelirken yanında Avrupa sinemasının estetiğini de getirerek; noir türünü 60'lar Avrupa yeni dalga tarzıyla ele alıyor. Zaman atlamaları gibi daha önce belirtmiş olduğumuz Alain Resnais'i anımsatan biçimsel yöntemlerle ortaya avant-garde bir sanat yapıtı çıkarıyor. Psychedelic tür filmi havasıyla Seijun Suzuki'nin Branded to Kill filmini de hatırlatıyor. Bu kadar biçimci başka bir kara film yok dersek abartmış olmayız. Ama bu aşırı stilizasyonun filmin gayet eğlenceli olmasına mani olmadığını da belirtmek gerek.


Sonuç olarak Point Blank bugün için türünün tartışmasız en iyi örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Hatta en iyi örneği bile diyebiliriz. Zamanında pek ilgi görmese de sonradan klasikleşen, Scorsese, De Palma ve Tarantino gibi usta yönetmenleri de derinden etkilemiş bu film, neo noir türünü merak edenlere her türlü cevabı verebilecek gerçek bir klasik.


yazan:loveless&faust116 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder