29 Temmuz 2009 Çarşamba

Frank White (King of New York)

karakter

Karakter adlı bölüme Abel Ferrara’nın başyapıtı King of New York’un cool gangsteri Frank White ile başlıyoruz. King of New York, Abel Ferrara’nın çektiği değişik türde filmlerin en dikkat çekicilerinden birisi. Ferrara filmde New York’un sadece suç potansiyelini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi sinemasal becerilerini de çok iyi sergiliyor. Bir anlamda onun sinemaya bakış açısını bu filmde görebiliyoruz. Ferara’nın ilk başta polisle büyük bir derdi var. Bunu en net Bad Liutenant da görüyorduk. Bu filmde ise Ferrara meseleyi karşılıklı olarak ele almış ve polisin asıl sorununun suçlular değil, kendi içlerinde yaşadıkları kompleks olduğunu göstermiştir. Bu doğrultuda Christopher Walken’ın muhteşem yorumuyla ‘Frank White’ Ferrara’nın bu meselesini anlatmak için seçilmiş çok doğru bir karakter.


Film boyunca Frank’in hapiste yaşadığı arınmayla bir tür robin hood haline geldiğine tanık oluyoruz ama mesele bu kadar basit değil, kötü tarafını da muhafaza ediyor bir ölçüde. Bu bağlamda filmin açılışı, önemsiz gibi görünen, ama Frank'in arınmasıyla ilgili işaretler barındırmasıyla anlamlı bir sahne. Frank'in hapisten tahliye edildiğini gördüğümüz bu sahne ilginç çekilmiş. Sade, minimal, soğuk bir sahne; diyalog yok, müzik yok. Filmin geri kalanındaki gürültülü hal yok. İlk planda arkası dönük hücresinde oturmuş bekleyen Frank'i parmaklıklar arkasından görüyoruz; meditasyon durumunda bir nevi. Hücre çok küçük ve sade; hücreden alındığı sırada kamera boş hücreyi göstermeye devam ediyor bir süre daha. İçerdeki tek eşyanın bir kâse veya tas olduğu dikkat çekiyor. Dini çağrışımlar var burada; Frank, manastırında inziva halinde yaşayan bir tibetli rahip gibi yıllarını geçirmiş. Kâse ve hücre ayrıca, kilise / kutsal kadeh (ayinlerde şarap için kullanılan) / mihrap-sunak-tapınak çağrışımları yapıyor. Diğer mahkûmlar, kutsanmak ister gibi Frank geçerken kollarını uzatıyor. Kısacası bu ritüel benzeri açılış sahnesi Frank'in hapiste geçirdiği arınma sürecini görsel olarak ima edecek şekilde tasarlanmış gibi.


Açılış sahnesinin ardından Frank’in hapiste geçirdiği zamanların etkisinde kaldığını filmin daha sonraki kısımlarında da tanık oluyoruz. Bir gangster’den çok öğretici bir edayla görüyoruz onu. İlk iş olarak çetesi ile beraber uyuşturucu şebekesini bir anda çökertmeye başlıyor. Bunu yapma sebebi hayalini olan çocuk hastanesini kurmak. Yani Frank, iyiliği kötülükle inşa etmektedir. Avukat sevgilisi Jennifer’a (Janet Julian) söylediği şu sözler onun film boyunca sergilediği portrenin bir özetidir aslında. Frank bu sözleri Jennifer’a o kadar inanmış bir şekilde söylüyor ki, seyirci olarak biz de Frank ile özdeşleşiyoruz

“I've lost a lot of time. It’s gone. From here on, I can't waste any. If I can have a year or two, I'll make something good. I'll do something. Just one year..”

(Çok zaman kaybettim. Şu andan itibaren daha da fazla kaybedecek zamanım yok. Eğer bir ya da iki yılım daha olursa, iyi bir şeyler yapacağım. Sadece bir yıl)


Film boyunca Frank’in en büyük düşmanı polisler oluyor. Kendi gibi gangster olan diğer yer altı örgütlerini kolayca ortadan kaldırırken, başını ağrıtan sadece birkaç işgüzar polis oluyor. Polisin Frank üzerindeki bu baskısının sebebi, onun azılı bir suçlu olmasında ziyade, yazının başlarında da değindiğimiz üzere polisin Frank’in zengin hayatına karşı duyduğu derin kompleksten ileri geliyor. Özellikle havuç kafalı polis Daniel’ın (Dennis Gilley) barda söylediği sözlerden bunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Frank'in zenginliğini, saygınlığı, kendilerini alt etmesi vs. kısaca kıskançlık ve kişisel hırslar, polisin Frank ile uğraşmasının başlıca sebepleri gibi gözüküyor. Bu yüzden izleyici olarak iyiliği temsil eden polisin tarafını tutacağımıza, gerek bu sebeplerden gerekse de polislerin hoş tipler olmaması sebebiyle onlara karşı yoğun bir antipati duyuyoruz.


Polislerin tüm bu zorlamalarına karşın Frank, hayali olan şeyi yapmak için elindeki gücü çok iyi kullanıyor. Bunun için gerekirse kötü olmanın sınırlarını bile zorluyor. Birçok kişi öldürüyor. Adaleti bile satın alabiliyor. Bu şekilde yapılacak bir iyiliğin etik yönü kafamızı karıştırsa da, Frank’in filmin sonlarında Komiser Bishop’a (Victor Argo) söylediği şu sözler onun bu davasında izlediği metodun doğruluğuna dair kafamızda derin kanıtlar oluşturuyor.

Frank White: When the D.A's office investigated the sudden death of Arty Clay, they found that he left a $13 million estate. How do you explain that? There there's Larry Wong, who owned half of Chinatown when he passed away. Larry used to rent his tenements to Asian refuges, his own people, for $800 a month to share a single toilet on the same floor. How 'bout King Tito? He had thirteen-year-old girls hooking for him on the street. Those guys are dead because I don't want to make money that way. Emil Zappa, the Mata brothers, they're dead because they were running this city into the ground.
Roy Bishop: You expected to get away with killing all these people?
Frank White: I spent half my life in prison. I never got away with anything, and I never killed anybody that didn't deserve it.
Roy Bishop: Who made you judge and jury?
Frank White: Well, it's a tough job, but somebody's got to do it.”

(Frank White: D.A. birimi Arty Clay'in ani ölümünü araştırdıklarında, 13 milyonluk mal bıraktığını ortaya çıkardılar. Bunu nasıl açıklayacaksın? Sonra Çin mahallesinin yarısına sahip olan Larry Wong, Asyalı mültecilere, kendi insanlarına ucuz konut kiralardı, aylığı 800 dolara, aynı kattaki tek tuvaleti paylaşmak için. Peki ya Kral Tito? Onun için caddede orospuluk yapan on üç yaşında kızları vardı. Bu adamlar öldüler. Çünkü ben bu şekilde para kazanmak istemiyorum. Emil Zapa, Mata kardeşler öldüler. Çünkü onlar bu şehri batırıyorlardı.
Roy Bishop: Bu insanların ölümünden yırtacağını mı umuyorsun?
Frank White Hayatımın yarısını hapiste geçirdim. Asla hiçbir şeyden kaçmadım ve ölmeyi hak etmeyen hiç kimseyi öldürmedim.
Roy Bishop: Kim seni yargıç ve jüri yaptı?
Frank White: Şey, bu zor bir görev ama biri bunu yapmalı.)


Bu sözlerden de anlayacağımız üzere Frank, modern zamanın adalet ve iyilik arayışının kaçınılmaz sembolü olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların adalete olan inançlarının giderek azalması, hukuk sistemin çürümüşlüğü, polislerin insanları korumak yerine onları daha da tehlikeye atmaları, toplumda Frank gibi iyiliği kötülükle inşa edenlerin varlığını kaçınılmaz kılıyor. Frank’in bu bağlamda söylediği “I never killed anybody that didn't deserve it.” (ölmeyi hak etmeyen hiç kimseyi öldürmedim.) sözü ayrı bir anlam kazanıyor kuşkusuz. Yazıyı Frank’in bu sözünün hakkını veren muhteşem bir sahne ile noktalıyoruz.


yazan:loveless&faust116

2 yorum:

  1. 1990'larda New York'un gözbebeği olan Notorious B.I.G. bu filmden esinlenerek Frank White ismini de kullanmıştır.

    YanıtlaSil
  2. Bilgi için teşekkürler Cem. Bu film aynı zamanda Gangsta rap örneklerinin sıkça çalındığı bir filmdir. (bkz.schoolly d)

    YanıtlaSil