Foxy Brown, görünürde klasik bir intikam filmi. 70’li yılların Amerikan sinemasının önemli akımlarından 'blaxploitation' filmlerinden biri. Filmin en belirgin özelliği Pam Grier’in başrolde olması. Kendisi, yeni nesil seyirci tarafından Tarantino’nun Jackie Brown ve Tim Burton’ın Mars Attacks filmlerindeki rolleriyle hatırlanıyor, ama Pam Grier hiç kuşkusuz 'blaxploitation' akımının en önemli hatunlarından birisidir. Bu filmi de büyük oranda izlenilir kılan unsur onun varlığı. Güzelliği, cazibesi ve karizmasıyla filme çok ayrı bir hava katıyor Hatta genel anlamda filmi, izlenebilir kılan en önemli etken olduğunu söylersem abartmış olmam.. Filmi ne kadar beğenip sevsem de sonuçta zayıf bir senaryoya sahip. Bunda elbette kendini ciddiye almayan bir ‘b filmi’ olmasının etkisi var. Bu da kesinlikle yanlış bir şey değil; bu tarzda bir filmin senaryosunun bu şekilde olması doğal. Ben şahsen Pam Grier’i seyretmeyi iyi bir senaryoya kesinlikle tercih ederim.
Filmin, siyahların dünyasına hükmetmeye çalışan beyazların acınacak kötülüğünü anlattığını söyleyebilirim. Acınacak diyorum çünkü ben neredeyse hiç bir filmde bu denli ahmak kötü karakterler görmedim. Foxy çok müşkül duruma düştüğü ortamdan, kötülerin bu gerizekalılığı sayesinde, biraz da siyahlara özgü keskin zekasını kullanarak kurtulmasını biliyor. Üstelik bir de kötülerin başı olan Kathryn Loder’in büyük aşkının hayalarını kesmekten de geri kalmıyor. Yönetmen Jack Hill, bu filmin bir 'gore' değil de, bir 'blaxploitation' filmi olduğunun oldukça farkında olacak ki, bu tür birkaç kanlı sahnede kamerasını başka yere çeviriyor. Doğru olanı yapıyor tabii ki.
Filmin yargıyla alakalı bir tarafı da var. Filmde gösterilen Amerikan adelet sisteminin ne kadar taşşaklı (!) bir adalet olduğunu görüp ufak bir şok geçiriyoruz. Filmdeki çetenin asıl amacı, bu adalet sistemini, kendi elleriyle oluşturdukları uçkur çözücülerle etki altına almak. Yani filmin bu noktada bariz mesajı şu: Bu denli ahmaklarla dolu bir adalet sisteminde, kişi elbette kendi adaletini kendi tayin edecek. Bu durum, filmin biraz 'vigilante' türüne kaymasını sağlıyor. Death Wish ya da Dirt Harry gibi bariz 'vigilante' filmleri kadar olmasa da, bu filmi de kısmen bu türe dahil edebiliriz. Ama dediğim gibi, bu filmin öncelikle bir 'blaxploitation' filmi olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.
Bu film hakkındaki hislerimi dilim döndüğünce aktarmaya çalıştım. Fakat yazabileceğim hiçbir şeyin, bu filmin yarattığı güzel, hoş duyguyu yansıtamayacağını da söylemeliyim. Film adeta, Foxy’nin finalde söylediği “The party's over, Oscar, let's go.” cümlesi lezizliğinde başlıyor, gelişiyor ve bitiyor. Unutmadan, bir de Foxy’nin multi gerizekalı kardeşinden bahsetmek lazım biraz. Kendi kardeşinin sevgilisini aptalca bir düz mantıkla ihbar edişinden, sevişmesine; kokain çekişinden, çalan kapısını açışına kadar... Hatta ölümü bile apayrı bir aptallık çerçevesinde gerçekleşiyor. Jackie Brown filminde Chris Tucker’ın oynadığı karakterin, bu aptal kardeşin bir uzantısı olduğunu da eklemeden geçemeyeceğim. Tarantino’nun, başrolünde Pam Grier’ın oynadığı, 1997’de çektiği Jackie Brown, 'blaxploitation' filmlerine ve özellikle Foxy Brown’a saygı duruşunda bulunuyor. Tarantino’nun diğer sansasyonel işlerinin biraz gersinde kalan bu filmin, bana en az Foxy Brown kadar eşsiz bir nostalji yaşattığını söylemem gerekiyor. Bu ‘milenyum’ devrinde bu tarzda bir filmi çekmek de ancak Tarantino gibi bir sinema aşığının yapabileceği bir şey.
Neyse, şimdi belki de çoğu kişi “kardeşim, ben bu tarz filmleri sevmiyorum” falan diyecek. Onlara söyleyebileceğim tek şey, “Pam Grier’in göğüsleri”. Başka bir şey demiyorum. Son olarak, yönetmen Jack Hill’i, bir beyaz olarak, siyahlar hakkında bu denli deli-dolu bir hikaye yazıp yönetmesinden dolayı tebrik etmek gerek.
yazan:faust116
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder