11 Ağustos 2009 Salı

The Mechanic

inceleme
Charles Bronson-Michael Winner iş birliğinin başlangıç filmlerinden birisi The Mechanic. Bu ikili daha sonra ‘vigilante’ türünün öncü filmlerinden birisi olan Death Wish’e imza atmışlardı. Charles Bronson’un intikam makinasına dönüşmeden önce; duygusuz, soğukkanlı ve ultra profesyonel bir kiralık katili canladırdığı The Mechanic, hem öncesinde çekilen hem de daha sonra çekilen bu tür kiralık katil filmlerinden ayrı yerde duran bir film.


Başka hiç bir filme benzemeyen, kendi kurallarını uygulayan özel bir yapısı var filmin. Zaten açılış sahnesinden anlıyoruz bunu. 15 dakika kadar süren bu sahnede Arthur Bishop’un (Charles Bronson) ilk icraatını tüm ana hatlarıyla görüyoruz. Kuşkusuz bu sahne için sinemada görüp görebilceğimiz en temiz cinayet diyebiliriz. Film, ilk bölümde Arthur’un bu profesyel katil imajı üzerinde durmuş. İkinci bölümde ise yanına alıp yetiştirmeye başladığı genç psikopat Steve (Jan-Michael Vincent) ile olan ilişkisini izliyoruz. Steve denen tüyleri yeni bitmiş ergen görünümlü gencin katilliğe ayrı bir ilgisi var. Arthur’un aksine daha bir anti-profesyonel/pis işler çıkartan birisi. Kız arkadaşının kendi kendine bileklerini keserek Steve’i ‘bakalım bana bu durumda yardım edecek misin’ diye test ettiği sahnede, Steve duruşu ile öldürme duygusuna olan merakı hakkında en baştan bize bir fikir veriyor. Arthur’un ise bu sahnede tüm olacakları sessizce izleyerek, soğukkanlılığını koruması ise apayrı bir olay kuşkusuz.

Film ilerdikçe Arthur’un çıkardığı işlerin giderek daha pisleştiğini görüyoruz. Filmin en başlarındaki daha akılcı ve ince işlerin yerini daha kanlı ve sorunlu ölümler alıyor. Bunda şüphesiz kendisine iş verenlerin aceleci tavırları ve Steve ile yaşadığı iş ortaklığının etkisi oluyor. Çünkü Arthur en başıdan gördüğümüz üzere yalnız çalışan, ince eleyip sık dokuyan, öldüreceği kişilerin hobilerinden ne yiyip içtiğine kadar her türlü ayrıntıyı not eden birisi. Hal böyle olunca az önce belirttiğimiz kimi durumlardan ötürü Arthur’un dengesi bozuluyor.


Bu ikili son olarak İtalya’daki büyük patronlardan birisinin ödürülme görevini alır. Bu görevin ardından son hedef ise Arthur’un kendisi olacaktır. Çünkü Arthur’un bağlı bulunduğu grup Arthur’un yanına birisini alma fikrinden hoşlanmaz. Bu nedenle kurban olarak Arthur’u, suikastçı olarak da bizzat öğrencisi Steve’i seçerler. Bir anlamda ‘madem yanına birisini alıyorsun, o zaman sana da gerek yok’ mesajını verirler. Arthur’un kendisinin hedef seçildiğini öğrenmesi ise çok uzun sürmez. Ancak bu durum karşısında istifini de bozmaz. Soğukkanlılığını koruyarak olacakları bekler. Steve, Arthur’u incelikli ama biraz pis sayılabilecek bir işle ortadan kaldırır. Sevinç içinde Arthur’un büyük malikanesine yerleşir. Fakat gözden kaçırdığı bir şey olur. Karşısındaki kişi sadece bir katil değildir. O tıpkı bir robot gibi karşısındaki kişiler hakkında her türlü ayrıntıyı, zaafiyeti kafasına yerleştirilmiş bir mekaniktir. Nitekim son gülen de iyi güler. Muhteşem final sahnesinden sonra Arthur’un zekasına hayran kalmamak mümkün değil.


Charles Bronson’un oyunculuğu ve karizması bu filmin temelini oluşturuyor hiç şüphesiz. Michael Winner’da 70’lerin avantür ruhuna sadık kalarak filmi çok güzel kotarıyor. Sonuç itibariyle bugün gerçek bir ‘cult’ olarak görebileceğimiz bu müthiş yapım, suç dünyasına baktığı değişik açıyla keşfedilmeyi hak eden sağlam bir film.

yazan:faust116

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder